Hiç bu soruları kendi kendinize sordunuz mu? Elbette ki sormuşsunuzdur neden onlar değil de bunlar beğeniliyor diye; biz insanlar yapımız gereği bir şeyler sorgulamadan duramayız, bu varoluşumuzdan itibaren bu güne kadar böyledir.
Bahsettiğim eserler, alanında ustalaşmış kişiler tarafından yapılmış. Bu kişiler yaptıkları işle bütünleşmişler ve o işi yaşamışlar. Bir piyanistin, piyanonun tuşlarını parmaklarının uzantısı olarak hissetmesi gibi düşünün. Size bir örnek:
" Leonardo da Vinci, on beş yaşındayken çizimlerinin inanılmaz niteliği sayesinde ressam Andrea del Verrocchio' nun Floransa' da bulunan stüdyosunda çalışmaya hak kazanmıştı. Verrochio, stüdyoda genç ressamların çalışabilmesi için tüm olanakları masraftan kaçınmaksızın sağlamıştı. Bir sürü değişik konuda ilginç şeyler öğretiyordu. Leonardo; bunları öğrenmeye hevesliydi ancak sadece verilen görevi yapmakla yetinemezdi, ustayı taklit etmek yerine yeni şeyler keşfetmek, kendi katkısını ortaya çıkarmak istiyordu.
Leonardo da Vinci
Bir gün, Verrocchio' nun tasarladığı , İncil' den esinlenme bir tabloya melek resmi yapılması istendi. Meleğin ön sathına bir çiçek tarhı yerleştirdi ama alışılagelmiş bitkiler yerine çocukluğunda ayrıntılı olarak incelediği çiçek cinslerini tercih etti ve hiç kimsenin daha önce görmediği bilimsel bir titizlikle boyadı. Meleğin yüzünü çizerken boyaları karıştırıp, kutsallık havasını ifade eden yumuşak bir parlaklık elde etti.
Bu ruhsal ifadeyi yakalamak için yakındaki kilisede saatler geçirip coşkuyla dua edenleri incelemiş ve genç bir erkeğin yüzünü melek için model olarak kullanmıştı.
Kanatları da aynı şekilde çok gerçekçi yaratmaya karar verdi. Bunun için pazara gidip birkaç tane kuş satın aldı. Saatlerce kanatlarının bedenleri ile nasıl birleştiğini inceleyip çizim yaptı."
Yukarıdan anlattığım detaylı çalışmalardan sonra tahmin edebileceğiniz gibi herkesin baktığında büyülendiği ve şoktan kendilerine gelmelerinin çok zor olacağı bir melek ortaya çıktı. Sabır, en derinine kadar araştırma, tutku... İşte bu duygular sayesinde yarattı bu çizimi Leonardo da Vinci. Çizerken yaşadı, fırçayı kolunun devamı gibi kullandı.
Bu minik minik ayrıntılar tablonun bütününü oluşturdu. Bizler incelediğimizde hayran kalırız ama fark etmeyiz ki bu detaylar bütünü güzelleştirendir. Da Vinci' nin ünlü Mona Lisa' sı da aynı şekilde Altın oran, kararlığı ve düzgünlüğü temsil eden üçgen uyumları; akışı, döngüyü yani yaşamı sembolize eden çemberler, yuvarlak hatlar... Bu terimler tabloyu gözlerimize şahane gösteren kaliteli şeyler. Leonardo da Vinci insanlara, bilinç altlarına, nelerin hoş geldiğini biliyordu. İnsanları iyi tanıyordu.
Mesela, birçok yekte tarafından ilk çağdaş realist roman sayılan Madame Bovary' nin yazarı Gustave Flaubert; karakterin zehir içerek intihar etmesi durumunu yazarken, zehri içenin neler hissettiğini okuyucuya daha doğru, daha gerçekçi (realist) ve daha etkileyici aktarabilmek için kendisini öldürmeyecek miktarda zehir içmiş. Tekrarlıyorum yarattığı senaryoyu yaşamış. Kitabı okurken bunu bilmiyor olabilirdiniz ancak "Bir zehirlenme olayını ne kadar da ayrıntılı ve kaliteli yazmış!" demiş olabilirsiniz.
Seong-Jin Cho
Bu arada şunu belirtmeliyim ki böyle bir yazı yazma fikri okulumuzdaki bilişim teknolojileri öğretmeninin Robert Greene tarafından yazılan "Ustalık" isimli bir kitabı önermesi ile aklıma geldi. Hayatta yaptıklarımın, yapılanların, yapılmış olacakların farkına varmamı sağlayan bir kitap oldu bu ve anladım ki hepimiz tutkuyla, çabucak bitsin diye geçiştirmeden, sabırla ve dengeli bir ruh haliyle yaptığımız işlere odaklanırsak bu ustalar gibi sonuçlar elde edebiliriz. Aman biz onlar kadar zeki değiliz, biz dahi değiliz ki demeyin sakın! Tabi ki alanlarında yetenekliler ama bizler de kendi ilgi alanlarımızda yetenekliyiz ve onlara yönelip bu işleri başarabiliriz. Bunu zekasıyla bir alakası yok. Friedrich Neitzsche ne güzel söylemiş: "Tanrı vergisi armağanlardan, doğuştan gelen yeteneklerden söz etmeyin. Pek az yeteneği olan birçok büyük insanın adını sayabiliriz. Onlar, başkalarının varlığını bilmediği için övünemediği nitelikleriyle büyüdüler, ' dahi oldular' ( bizim tanımlamamıza göre). Büyük bütünü oluşturmadan önce parçalarını doğru dürüst yapmasını öğrenen becerikli bir işçinin ciddiyetine sahiptiler; bunu yapmak için kendilerine zaman tanıdılar çünkü küçük şeyleri yapmaktan keyif alıyorlardı, baş döndürücü bütünler yerine ikincil parçaları gayet iyi yaptılar."
Yani doğal yetenek, yüksek zeka derecesi ya da akademik başarı (!) gelecekteki başarıları açıklamaya yetmiyor.
"Klasik bir örnek olarak Sir Francis Galton ve kendinden yaşça büyük kuzeni Charles Darwin' in yaşamlarını ele alalım. Bu hesaplar uzmanlar tarafından sonradan yapıldı ama, Galton' un IQ derecesi Darwin' den çok yüksekti, görkemli bir bilimsel meslek yaşamı sürdürmesi beklenen harika bir çocuk olarak kabul ediliyordu ancak çalıştığı hiçbir alanda ustalaşamadı. Harika çocuklarda sık sık görüldüğü gibi inanılmaz derecede huzursuzdu.
Buna karşılık Darwin, yaşama bakışımızı etkileyen çok az sayıdaki bilim insanından biri olarak hak ettiği biçimde kutlanmakta. Kendisinin de itiraf ettiği gibi 'sıradan bir çocuk...zeka açısından ortak standarttan oldukça aşağıda... çok hızlı kavrayamıyor... upuzun ve tümüyle soyut bir düşünce dizisini izleme gücü çok sınırlı.' "
Ama herhalde Darwin, Galton'ın yoksunluğunu çektiği bir şeye sahipti: TUTKU.
Bu yazımda "Ustalık" kitabından alıntılar bulunmaktadır.